İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, bugün TBMM’deki grup toplantısında konuştu. Gündeme dair değerlendirmelerde bulunan Akşener, özetle şunları söyledi:
“İNSAN HAKLARININ ŞİDDETE, TERÖRİZME, IRKÇILIĞA VE NEFRET SUÇUNA PARAVAN EDİLMESİNİ REDDEDİYORUZ”
“Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’i yakmaya çalışarak değerlerimize saldıran bu vandallık, bu barbarlık, bu düşmanlık, dünyanın hiçbir yerinde fikir hürriyeti olarak pazarlanamaz. Bu, düpedüz bir nefret suçudur. İsveç hükümetinin ‘insan hakları’ kisvesiyle bu duruma yol vermesi ise asla ve asla kabul edilemez bir acizliktir. Bu acizliği bir kez daha şiddetle kınıyorum. Tarihin hiçbir döneminde dini, vicdani ve fikri özgürlüklere yapılan saygısızlık, ‘insan hakkı’ olmamıştır, olamaz. Tarihin hiçbir döneminde, maneviyatı hedef alan nefret söylemi de nefret eylemi de ‘insan hakkı’ olmamıştır, olamaz. Tarihin hiçbir döneminde, zorbalığa hoşgörü ile yaklaşmak ‘insan hakkı’ olmamıştır, olamaz. Biz, İYİ Parti olarak, bu ikiyüzlülüğü reddediyoruz. İnsan haklarının şiddete, terörizme, ırkçılığa ve nefret suçuna paravan edilmesini reddediyoruz. 21’inci yüzyılda Orta Çağ zihniyetini yansıtan bu ahlaksızlığı, dünyanın neresinde olursa olsun reddediyoruz.
Türkiye’de hemen her kesim, siyasetin her renk ve düşüncesi, benzer bir şekilde bu eylemi reddediyor. Bu konuda ülkemizdeki tüm toplumsal kesimler, yekvücut olarak tepki gösteriyor. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneten bir iktidar, böyle ciddi bir konuda sadece eleştiriyle, göstermelik tepkilerle yetinemez. Siyaset üstü gördüğümüz bu tip konularda iktidarın yapması gereken, ‘dostlar alışverişte görsün’ anlayışının ötesine geçmektir. Devleti yönetenler, bu sorumlulukla ve yetki sahibi olmanın ciddiyetiyle hareket etmek zorundadır. Yani esas hedef, bu tip eylemlerin tekrarlanmasını önlemek olmalıdır. Ama maalesef Sayın Erdoğan ve arkadaşları, bu tarz konularda, genellikle ‘Oh ne güzel! Seçim için malzeme çıktı’ diye sevinmeyi tercih ediyorlar. İç politika için siyasi rant devşirmeyi tercih ediyorlar. Bol bol gürültü çıkartmayı, ama iş icraata gelince arazi olmayı tercih ediyorlar.
“STOKHOLM’DEKİ BİR YEREL MAHKEMEDE FAİLLER HAKKINDA SUÇ DUYURUSUNDA BULUNACAĞIZ”
Biz, bu oyunu daha önce 2017’deki referandum sürecinde yaşamıştık. O zaman düşman Hollanda’ydı. Ama iktidarın zihniyeti yine aynıydı. Partililerine portakal kestirerek Hollanda ile çetin bir mücadeleye girişmişlerdi. O zaman da referandumdan istediklerini almak için işi hamaset şovuna dökmüşlerdi. Çünkü bu iktidar için seçim kazanmak, ülkemizin itibarını korumaktan daha önemli. Çünkü onlar için gürültü çıkarmak, devlet ciddiyetiyle meselenin gereğini yapmaktan daha önemli. Çünkü onlar için şov yapmak, milletimizin maneviyatına sahip çıkmaktan çok daha önemli. Artık çok açık şekilde anlıyoruz ki iktidar, bu konuda kalıcı ve somut adımlar atmaya kesinlikle niyetli değil. O halde biz, İYİ Parti olarak bir adım atıyoruz. Üstelik bu adım, İsveç Savunma Bakanı’nın ülkemize gelişini ertelemekten veya yandaş kanallarda mizansenler yazmaktan çok daha sonuç odaklı bir adım. Bu aşağılık eylem, fikir özgürlüğü olarak pazarlanamaz. Nitekim bunu sadece biz değil, İsveç’in de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de söylüyor. Sözleşme kapsamında, bu şekilde korunan bir özgürlük yok. Yani İsveç hükümeti, bu eylemi engellememekle ve üstüne üstlük yapılmasına müsaade etmekle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yükümlüklerini de ihlal etmiş bulunuyor. Dolasıyla bu tablo karşısında biz de İsveç’te, İYİ Parti gönüllülerimizden bir grubu hareket geçirdik. Cuma günü, Stokholm’deki bir yerel mahkemede failler hakkında suç duyurusunda bulunacağız. Bu nefret suçunun gerçekleşmesine yol verdiği için İsveç hükümetini yargıya şikayet edeceğiz. Ve nihai olarak bu davayı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri kapsamında açacağız.
Bu haklı hukuk mücadelemizin nereye varacağını önümüzdeki süreçte hep birlikte göreceğiz. Tüm iç hukuk yolları tüketildikten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidilecek. Ve inanıyoruz ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bizi haklı bulacak. Eğer bu hedefimize ulaşırsak İsveç’in kendi iç yasalarını yeniden tanzim etmesine ve bu yöndeki eylemlere bir daha müsaade etmemesine vesile olacağız. İşte örnek yol budur. İşte diplomasi budur. İşte devlet aklıyla hareket etmek, devlet ciddiyetiyle ülke yönetmek budur.
“DEVLETİN DÖRT BİR YANINI SARAN MAFYALAR, SİMSARLAR, TEFECİLER, UYUŞTURUCU KAÇAKÇILARI GÜN GİBİ ORTALIĞA SAÇILMIŞTIR”
30 Aralık Cuma günü, başkent Ankara’mızın göbeğinde gencecik bir akademisyenimize, Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Sinan Ateş’e karşı aşağılık bir suikast düzenlendi. Daha önce de bu kürsüden dile getirdiğim gibi, ilk günden beri yakından takip ettiğim bu elim olaya, Ateş ailesinin talebi üzerine siyaseti bulaştırmak istemedim. Güvenlik güçlerimizin olayın aydınlatılması için ellerinden geleni yapacağına inandım. Bengisu ve Banuçiçek kızlarımızın göz yaşlarının yüzü suyu hürmetine devletin devletliğini, yargının da sorumluluğunun gereğini yapmasını bekledim. Ancak suikastın üzerinden geçen 26 günün ardından görüyorum ki bu olay artık aileyi aşmış ve devlet yönetiminde ciddiyetin ne denli kaybolduğu bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Ülkemizde can güvenliğinin, hukukun ve adaletin ne denli tahrip edildiği bir kez daha karşımıza çıkmıştır. Devletin dört bir yanını saran mafyalar, simsarlar, tefeciler, uyuşturucu kaçakçıları gün gibi ortalığa saçılmıştır.
Düşünebiliyor musunuz? Aşağılık suikastın üzerinde birçok soru işareti varken, toplum vicdanı atılan her şaibeli adımla yara alırken, milletimiz devletini topyekûn göreve çağırırken adım atan tek bir makam bile yok. Yazıklar olsun. Sayın Erdoğan, o hâlde ben de sana soruyorum: Senin yönettiğini iddia ettiğin, ama belli ki yönetemediğin bu devletin içinde neler dönüyor? Söyler misin, bu nasıl bir ciddiyetsizliktir? Bu, nasıl bir yönetim boşluğudur? Bu, nasıl bir lakaytlıktır? Hani Dicle'nin kenarında kurdun kaptığı koyun bile senin mesuliyetin altındaydı? Madem öyle, mesuliyet senin Sayın Erdoğan. Dicle’nin kenarında değil, Başkent’in göbeğinde aşağılık bir suikastla bir vatan evladına kıydılar. Üstelik bunu, herkesin gözü önünde yaptılar. Ve şimdi de devletin gücünü kullanarak gerçek failleri örtbas etmeye çalışıyorlar. Her zaman olduğu gibi, yine savcılar değişiyor. Her zaman olduğu gibi, yargı yine bir sopa olarak kullanılıyor. Her zaman olduğu gibi, yine bir katil dışarıda geziyor. Sen bostan korkuluğu musun Sayın Erdoğan? Kendine gel. Bu, nasıl bir yargı sürecidir? Bu, nasıl bir hukuk devletidir? Bu, nasıl bir devlet yönetimidir?
“BENGİSU’YA BORCUN VAR SAYIN ERDOĞAN. BANUÇİÇEK’E BORCUN VAR SAYIN ERDOĞAN”
Biz, adaleti mülkün temeli sayan bir devlet anlayışına sahibiz. Biz, haksızlık karşısında susanı şeytan bilen bir milletiz. Biz, ‘Bir cana kıyan bütün insanlığın canına kıymış gibi olur’ buyuran yüce bir dinin mensubuyuz. Biliyorum, sen, kerim devlet anlayışımızdan nasibini alamadın. Görüyorum, milletimizden de koptun gittin. Ama artık maneviyatını da mı unuttun Sayın Erdoğan? Vicdanını da mı unuttun? Ahireti de mi unuttun? Gözlerini kapat, bir hayal et Sayın Erdoğan; Bengisu da Banuçiçek de torunlarınla yaşıt. Böyle bir cinayete kurban giden, Allah muhafaza oğlunu düşün, Allah muhafaza damadını düşün ve torunlarının o tabutun arkasından ağlayamadan gözleri kupkuru, sesleri kesik kesik, ‘baba, baba, baba’ diye bağırışını hisset. Hisset Sayın Erdoğan, kapat gözlerini hisset. 2017’de bir referanduma gidildi. Kararları tek başına alman, her işi daha çabuk, daha iyi, daha güzel yapmak için elindeki, ayağındaki prangaların ortadan kaldırılmasını istedin. Bu millet de sana ‘evet’ dedi. Bengisu’ya borcun var Sayın Erdoğan. Banuçiçek’e borcun var Sayın Erdoğan. Ayşe Ateş’e borcun var Sayın Erdoğan. Musa Ateş’e borcun var Sayın Erdoğan.
“GÖREVİNİ YERİNE GETİR ERDOĞAN”
Sinan Ateş’in dayısı, ‘Yıllardır Cumhur İttifakı’nı destekleriz, yeğenimin katilini bulun’ diyor Sayın Erdoğan. Seçmeninin, senelerce sana oy verip seni ayakta tutan, her derdini yerine getirmiş seçmeninin yeğeninin katilini bulmak, devlet başkanı olarak görevin Sayın Erdoğan. Bu görevini gerine getireceksin Erdoğan. Ben, başkasını bilmem Sayın Erdoğan. 2017’deki referandumdan sonra, 2018’de yapılan seçimler sonrasında bu ülkenin tek hakimi sensin Sayın Erdoğan; kanunda sensin, hukukta sensin, adalette sensin, her şey sensin. Onun için diyorum ki sen bostan korkuluğu musun, görevini yerine getir Erdoğan. Şimdi bizim bu rezalete susacağımızı, çevrilmek istenen dümenleri kabulleneceğimizi, Sinan Başkan’ı unutacağımızı zannediyorsan çok yanılıyorsun. Devlet ciddiyetine olan inancımız, devlet ciddiyetinin var olması gerektiğine olan inancımızla bugüne kadar edepli bir biçimde devletin kurumlarını yöneten senin tarafından görevlerin yerine getirileceğini bekledik. Ama şu andan itibaren susmayacağız, kabullenmeyeceğiz, unutmayacağız, unutturmayacağız. Gerçekler ortaya çıkana kadar bu olayın peşinde olacağız. Bunu da böyle bilesin.
“EKONOMİMİZİN BAY KRİZ VE ARKADAŞLARIYLA İMTİHANI HIZ KESMEDEN DEVAM EDİYOR”
Devletin her alanından alarm sesleri yükselirken ekonomimizin de Bay Kriz ve arkadaşlarıyla imtihanı hız kesmeden devam ediyor. Bu arkadaşlarımız, hâlâ daha televizyonlara çıkıp utanmadan sıkılmadan, ‘Türkiye’nin yıldızı her geçen gün daha da parlıyor’ diyebiliyorlar. Hâlâ daha Nebati Bakan çıkıp, ‘Kasımda enflasyonun boynunu kırdık, aralıkta belini kırdık. Bundan sonra enflasyonla mücadelede en rahat alandayız’ diyor. Palavranın bini bir para hem enflasyonla mücadeleden söz ediyor hem de ‘Türk lirasını değerli hale getirirseniz sanayi yavaşlar, işsizlik olur. Türk lirasını değersiz hâle getirirseniz ise bunun tam tersi olur’ diyor. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Böyle bir cahillik, böyle bir iş bilmezlik olabilir mi?
Hem enflasyonla mücadeleyi hem de Türk lirasını değersiz hâle getirmeyi aynı anda hedefleyemezsiniz. Birinden birini öncelemeniz gerekir. Eğer ki Türk lirasının değersiz olmasını savunuyorsanız ‘Yaşasın enflasyon’ demeniz gerekir. Ki zaten siz, düpedüz bunu savunuyorsunuz. En azından dürüst olun. Hadi açık açık söyleyin. Hadi gidin, ‘Yaşasın enflasyon’ yazan enflasyon canavarlı tişörtler bastırın. ‘Yaşasın yoksulluk’ yazan billboardlar yaptırın. ‘Kahrolsun zenginlik yaşasın fakirlik’ yazan broşürler yaptırın. Dürüstçe çıkın ve deyin ki ‘20 yılın sonunda bizim Türkiye ekonomisi için bulduğumuz çözüm budur. Biz, milletimize zenginliği çok görüyoruz ve yaşasın enflasyon diyoruz’ deyin de kurtulun.
“GÖZLERİNİZDEKİ IŞILTIYA HİÇ ALDANMAZ, O İHALEYİ ANINDA SİZE YIKAR, AFFETMEZ”
Bu vesileyle sizlerin aracılığıyla Nebati Bakan’ı şimdiden uyarıyorum. Fazla ve büyük konuşmayın Sayın Bakan. Rahata da fazla alışmayın. Hatta patronunuza da fazla güvenmeyin. Asla unutmayın, ekonomimizdeki tahribat konusunda Bay Kriz’in ilk suç ortağı siz değilsiniz. Beceriksizlikte dünya lideri olmak kolay değil. Tek başına böyle büyük bir başarısızlığa imza atmak hiç kolay değil. Emin olun, Bay Kriz, sizler olmadan bunu başaramazdı. Ama malum, artık yolun sonu geldi. Sandık artık ufukta göründü. Millete hesap verme gününe artık çok az kaldı. Şimdiden valizinizi toplamaya, masanızı boşaltmaya başlarsanız iyi edersiniz. Çünkü milletin Bay Kriz’e sandıkta çıkartacağı fatura karşısında ihaleyi üzerine yıkacak biri lazım olacak. Vallahi gözlerinizdeki ışıltıya hiç aldanmaz, o ihaleyi anında size yıkar, affetmez. Bir bakarsınız, Instagram’dan paylaşmak üzere duygusal bir metin kaleme alıyorsunuz. Benden söylemesi.
İktidarın ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ anlayışından zerre nasibi alamayışının yansımalarını cennet doğamız üzerinde de görüyoruz. ‘Doğayı kirlet ki sermaye yaşasın’, ‘Ormanı katlet ki yandaş yaşasın’, ‘Köyü yok et ki müteahhit yaşasın’ diyerek en önemli ziynetlerimizi mahvediyorlar. Sayın Erdoğan ve yandaşlarının kıymaktan yorulmadığı zenginliklerimiz, maalesef bir kişinin iki dudağı arasına terkedilmiş keyfi kararlarla hızla yağmalanıyor. Evlatlarımıza devretmek üzere atalarımızdan miras aldığımız cennet doğamızı, koruyup kollamak yerine talan etmeyi seçiyorlar. Dünya iklim krizinin etkilerini azaltmak için yeni yollar ararken Sayın Erdoğan ve yanından ayırmadığı rant şebekeleri, âdeta iklim krizine davetiye çıkarıyorlar. Orman köylerine de sadece ‘oy deposu’ olarak bakıyorlar. Ormanlarımızın varlığını ve köylülerimizi düşünmeden sorumsuzca hareket ediyorlar. Ancak biz düşünüyoruz. Ormanlarımızın varlığını korumanın sadece bir vatandaşlık görevi değil, aynı zamanda bir insanlık görevi, aziz ve kahraman ecdadımıza karşı da bir vefa borcu olduğunu biliyoruz. Orman köylülerimizin sesini duymayı ve duyurmayı da milletin avukatı olarak asli sorumluluklarımızdan biri olarak görüyoruz.”
“AKP DÖNEMİNE GELENE KADAR TÜRKİYE ORMANCILIĞI, DÜNYACA TAKDİR GÖREN BİR ORMANCILIKTI”
Akşener konuşmasının bu bölümünde Tarım Orman-İş Sendikası Genel Başkanı Şükrü Durmuş’a söz verdi. Durmuş şunları söyledi:
“Ben ormancıyım, 34 yıllık meslek hayatım var. Mesleğe 1978 yılda başladım. Sayın Genel Başkan’ın öğretmenlik yaptığı köyün üstünde ormancıydım. Mesleğe başladığımda, bir orman muhafaza memuru meslektaşım kaza geçirmişti. Orman karla kaplıydı, araç yok, telefon yok. İki kişiydik, ağır yaralanan arkadaşı 13 kilometre sırtımızda taşıdık ve ne yazık ki aşağıya indiğimizde çoktan vefat etmişti. En acısı da sabah birlikte kahvaltı yaptığımız Asiye Abla’ya ölüm haberini vermekti. Bu acılarla geldik. Eğer insanlar hâlâ rahat nefes alabiliyorsa, hâlâ temiz havayı soluyor ve hâlâ temiz suyu içebiliyorsa burada ormanların ve ormancılığın katkısı büyük. İşte toplumun en yoksul kesimi olan orman köylülerinin bize sunduğu bu hayatın değerini birileri yok saydı.
Türkiye’nin toplam alanının 3’te 1’i orman alanıdır ve bu alana, Orman Bakanlığı’na bağlı Orman Genel Müdürlüğü çalışma yürütür, hizmet eder. Özellikle AKP dönemine gelene kadar Türkiye ormancılığı, dünyaca takdir gören bir ormancılıktı ve o zaman köylüleri ormana dosttu. Çünkü üretimi, planlamayı, bakımı, her türlü işi orman köylüleri yapıyordu. Yürütülen politikalarla hızla ormancılık değişti. Siyasal iktidar, yeni bir dönem başlattığını ilan etti. Dedi ki ‘Biz, devlet ormancılığından vazgeçiyoruz, millet ormancılığı yapacağız’. Söylemde bir algıyla toplumu yöneten siyasal iktidarın ‘millet’ diye kastettiği, aslında Türkiye halkı değildi. Sermayeydi, yandaşlardı. Hızla yasalar değişti. Bu kurumun köklü kuruluşları vardı, Orman Bakanlığına bağlı. Or-köy vardı, orman köylülerine hizmet ederdi, kapattılar, daire başkanlığına indirdiler. Orüs fabrikaları vardı ki kapandığında 24 bin orman köylüsü çalışıyordu. Daha sonra Ağaçlandırma Genel Müdürlüğü’nü kapattılar. AKP öncesi, yılda 100 bin hektara yakın ağaçlandırma yapılıyordu. 2022 yılı sonu itibariyle 10 bin hektar yapıldı. Nereden nereye geldiğimiz çok net ortada.
Ormanda çalışan o insanlar işsiz kaldı, göç etmek durumunda kaldı. 1980’lerle 2020’yi karşılaştırdığımızda korkunç bir tablo önümüze çıkıyor. O zaman Türkiye’nin nüfusu 44 milyondu, 12 milyon kişi orman içi ya da bitişiği köylerde yaşıyordu. Şu an Türkiye nüfusu 84 milyon, orman köylüsü 7,8 milyona düştü. Orman köylüleri göçe zorlandı. Genç nüfus kaçmak zorunda kaldı. Kentlerde büyük bir bölümü heder oldu. Orman yangınları giderek yakıcı hal aldı. 1980’de orman köylüsü, orman yangınını kazma, kürek ve şaplakla söndürürken 2021 yılında Orman Genel Müdürlüğü elinde teknolojinin en sonu vardı. Ama çıkan yangın sayısı aynıyken 2020’de yanan alan 10 kat daha fazla. İnsan kaynakları yok edildi.
Tekrar Orman Genel Müdürlüğü ve Orman Bakanlığı, kuruluş kanunlarına dönmek zorunda. Aslında kanunlarımızda hiç sıkıntı yoktu ama Anayasa’nın 169’uncu maddesi ormanların korunmasına ilişkin olmasına rağmen, yönetmeliklerle Anayasa’ya aykırı düzenlemelerle ormanlar giderek yok ediliyor. Ne yazık ki yapılan değişikliklerin tamamı, orman alanlarının ya amaç dışı kullanımına yönelik ya da orman ürünlerinin çok uluslu şirketlerin ham madde ihtiyacına devşirilmesine yöneliktir. Bu sarmaldan çıkmak lazım. Önceliğimiz tabii ki çalışanların hak ve çıkarlarını korumaktır. Ama öyle bir noktaya geldik ki bizler ormanlarımıza, yaşam alanlarımıza sahip çıkmak zorundayız. Çünkü bizler doğayı, ormanları çocuklarımızdan ödünç aldık. Ödünç aldığımız şeye ihanet etmemiz gerekiyor ama bir ihanet sarmalı içindeyiz.”
“STRATEJİMİZİN KÖY AYAĞINI ORMAN KÖYLÜLERİMİZ VE ORMAN KOOPERATİFLERİYLE SAĞLAYACAĞIZ”
Şükrü Durmuş’un konuşmasının ardından tekrar kürsüye gelen Akşener, sözlerini şöyle sürdürdü:
“İYİ Parti iktidarında kalkınma stratejimizin köy ayağını, orman köylülerimiz ve orman kooperatifleriyle sağlayacağız. Bu doğrultuda güçlenen ekonomimizle birlikte orman köylülerini orman kooperatifçiliğinin anahtar bir paydaşı yapacağız. Onlara gereken teşvikleri verecek ormancılık politikalarıyla yakından ilişkilendireceğiz. Orman Kanunu’nda ormanlarımızı vahşi madenciliğe açan 16’ncı maddeyi değiştirip stratejik olarak tespit edilmiş orman alanlarını belirleyecek ve bu alanlarda maden açılmasına izin vermeyeceğiz. Ayrıca iktidarın yalandan beslenen yönetim anlayışı orman konusunda da kendisini gösteriyor. Bugün ülkemizde, ormanlarımızın azaldığı gerçeği bile gizleniyor. Mesela bunun örneklerinden biri neresi, biliyor musunuz? İstanbul Havalimanı. İstanbul Havalimanı’nın olduğu bölge, resmi kaynaklarda hâlâ orman olarak gösteriliyor. Böyle bir rezalet olabilir mi? Böyle bir ciddiyetsizlik olabilir mi? Sonra, ahmaklık deyince kızıyorlar. Gerçekten ibretlik. İYİ Parti olarak, doğa konusunda tavizimiz yok olmayacak. Doğayı korumak için atılan her adımın amasız, fakatsız yanındayız, yanında olmaya da devam edeceğiz.
“ÇÜNKÜ GENÇLERDEN KORKUYORLAR, ÇÜNKÜ GENÇLERİN OY KULLANMASINDAN KORKUYORLAR”
Sayın Erdoğan, seçim tarihini 14 Mayıs olarak açıkladı. Yani yine bir erken seçim yaşayacağız. Her ne kadar kendisi ‘Erken seçim demesek, seçimi öne almak desek, seçim tarihini güncellemek desek’ diyerek oldukça gülünç bir biçimde lafı çevirmeye çalışsa da bu, bariz şekilde bir erken seçimdir. Biz ne zaman ‘Bir an önce seçim kararı açıklayın’ desek, ‘seçim vaktinde olacaktır’ diye bize nutuk atanlar, neden şimdi seçimlere bu kadar az bir süre kala erken seçim kararı aldılar, biliyor musunuz? Çünkü gençlerden korkuyorlar, çünkü gençlerin oy kullanmasından korkuyorlar. Çünkü gençlerin onları sandığa gömeceklerini çok iyi biliyorlar. Okulların açık olduğu bir zamanda, hatta sınavların olduğu bir döneminde seçim yapmak demek, gençlere ‘oy kullanmayın’ demektir. Bu kadar basit. İktidar şunu çok iyi biliyor ki öğrencilerimizin birçoğunun ikametgahı okuluyla aynı şehirde değil. Yani seçim için memleketlerine dönmek zorundalar. Üstelik birçok öğrencimizin de oy kullanmak için memleketlerine gidip geri dönecek durumu yok. Ne aileleri ne de kendileri, otobüs biletini bile karşılayacak güce sahip değil. Gençleri görmezden gelerek susturarak, yok sayarak plan yapanların planlarının tamamını boşa çıkartacağız. Cumhuriyet’imizin esas sahibi gençlerimizin en kutsal haklarını kullanmaktan mahrum bırakılmasına asla müsaade etmeyeceğiz.
“HER BİR GENCİMİZİN OYUNU KULLANMASI İÇİN TÜM GÜCÜMÜZLE ÇALIŞACAĞIZ”
İşte bu nedenle İYİ Parti Gençlik Politikaları olarak bir seferberlik başlatıyoruz. İster şehir içinde ister şehir dışında otursunlar, fark etmeksizin gençlerimizin bulundukları şehirlerde oy kullanabilmeleri için atmaları gereken adımlara, yapmaları gereken başvurulara dair onları tek tek bilgilendireceğiz. Gerekirse kapı kapı dolaşacak, her bir gencimizin oyunu kullanması için tüm gücümüzle çalışacağız. Eğer ki başvuru gününü kaçıranlar olursa da hangi siyasi düşünceden olduğunu, hangi partiye oy vereceğini sormadan, sorgulamadan, ikametgahlarının bulunduğu şehirlere ücretsiz olarak götürülmelerini, oy kullandıktan sonra da geri getirilmelerini İYİ Parti olarak biz sağlayacağız. Bunun için yakın zamanda, partimiz üzerinden yürüteceğimiz sürecin başvuru yollarını kolaylaştıracak adımlarımızı da teker teker sizlerle paylaşacağız. İçinizde, abarttığımızı düşünenleriniz olabilir. Hayır, abartmıyoruz. Sizler istediniz, biz yalnızca hayata geçiriyoruz. Çünkü biz, gençler olmadan karar almıyoruz. Çünkü biz, gençlerin olmadığı bir seçimi kabul etmiyoruz. Çünkü biz, gençlerin mutsuz olduğu bir geleceği reddediyoruz. Çünkü biz, gençlerin kaçtığı bir Türkiye’yi istemiyoruz. Ve biz, arkamızda gençlerimizle gümbür gümbür iktidara yürüyoruz. Asla unutmayın, hiç merak etmeyin; o sene, bu sene.”