Evi iki kişi tuttuk da 4-5 kişi yaşıyoruz tabii. Ev dediysek bir salonumsu oda, kapının üst tarafındaki kirişe kafayı vurmamak için eğilerek girdiğimiz bir diğer oda, girişte mutfağı da barındıran bir hol, bir de banyo. Toplasan 30-35 metrekare. Evin tek cephesi birkaç apartmanın arasında kalan avluya bakıyor. Hatta avluya açılan bir kapımız bile var. Karşımızdaki apartmanın diplerinde yaşayan siyahi bir adam ve onun sarı kafalı Rus eşi de komşularımız. Bir de gürültü yaptığımızda bu avluya üst katlardan su dolu pet şişe atarak bizi uyaran biri var ki hâlâ kim olduğunu bilmiyorum. Ama her zaman takdir ederim protesto şeklindeki naifliği.
Notlarla iletişim...
Ama en büyük bomba evin banyosu. Yerin iki kat altında olmamıza rağmen yağmurda banyonun tavanı şakır şakır akıyor. Çünkü bizim banyonun tavanı apartman boşluğunun tabanıymış. Yalnız biz o kadar mutluyuz ki o yıllarda, oradan akan su bile umurumuzda değil. Paramız da çok az. Cep telefonu yalnız birimizde var. Haberleşmemizi evin holündeki masanın üzerine bıraktığımız ve birbirimize yazdığımız notlarla yapıyoruz, ki bu notların neredeyse tamamı hâlâ bende. Hepsinin üzerinde de tarih hatta yazıldığı saat bile var. Yani elimde o yılları anlatan çok sıkı bir arşiv var. Para falan yok ama bizim de yapmamız gereken tek şey okula gitmek, biraz ders çalışmak geri kalan zamanda da parasal açıdan ‘Voltran’ı oluşturup Taksim’de o bar senin bu bar benim gezip tozup eğlenmek.
Nokta atışıyla buluşmalar
O zaman Taksim de Taksim ama. Tam bir öğrenci eğlenme yeri. Kimi zaman yürüyerek kimi zaman ise belediye otobüsüyle giderdim Taksim’e. Hava henüz kararmamış ama kararmaya yakın olurdu. Meydana indiğimde bir sigara yakar ve yaşadığım hayattan ne kadar mutlu olduğumu düşünerek şöyle bir etrafıma bakardım. Sonra yavaş yavaş ev ahalisiyle buluşmaya başlardık mekânlarda. İşini bitirenin yolu Taksim’e çıkardı. Eve uğrayıp yazılan notu ya da notları okuyan, diğerlerini nokta atışı yapmış gibi bulurdu gittikleri mekânlarda. Sonra ucuzcu barlarda gece yarısına kadar sürerdi eğlence. Dedim ya, yıl 1997. Para yok, cep telefonu yok, Facebook, Twitter, Instagram yok. Fotoğraf çekmek için hâlâ fotoğraf makinen olması gerekiyor. Öyle elindeki telefonla fotoğraf falan çekemiyorsun ki zaten elimizde telefon da yok. Yerin iki kat altında yaşıyoruz, buna rağmen yağmurda tavan akıyor. Ama biz tüm bunlara karşın “yok”ların hüküm sürdüğü bir hayatta anlaşılamayacak ve anlatılamayacak kadar mutluyduk.