EGEPOSTASI- CHP İzmir Milletvekili Ümit Özlale, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bütçesine ilişkin dikkat çeken bir açıklamada bulundu.
Özlale, iktidarın geçtiğimiz ay duyurduğu ‘Yüzyılın Konut Projesi’nde bütçenin büyük kısmının İstanbul’a ayrıldığını ve İzmir, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana ve Mersin gibi illerin geri plana itildiğini öne sürerek, durumu ‘adaletsizlik’ olarak nitelendirdi.
CHP’li Özlale’nin yaptığı açıklama şu şekilde:
“Türkiye’de konut stoku hızla artıyor; konut sayımızın nüfusa oranı AB ortalamasının üzerinde. Ama TÜİK verileri 2014’ten bu yana konut sahipliğinin %5 gerilediğini söylüyor. Son 10 yılda 5,3 milyon konut yapmışız; sadece yaklaşık 2 milyon yeni ev sahibi yaratabilmişiz. Geri kalanı, birden fazla evi olanların aldığı yatırım konutları ve kiralık stok.
Yani sorun konut sayısında değil, konutun kimlere ve nasıl paylaştırıldığında. Medyan gelirin %60’ının altında kalan yeni haneler, daha “hane” oldukları gün yoksul haneye yazılıyor ve barınma hakkına erişemiyor.
İktidarın “Yüzyılın Konut Projesi” de bu adaletsizliği büyütüyor.
Ev sahibi olmayan yoksul hanelerin:
•%10’u İstanbul’da,
•%8,5’i Adana–Mersin’de,
•%7’si Şanlıurfa–Diyarbakır’da.
Ama proje, aslan payını yine İstanbul ve Trakya’ya ayırıyor; Adana–Mersin, Şanlıurfa–Diyarbakır, İzmir gibi iller sistematik biçimde geri plana itiliyor. Kısacası, bölgesel kalkınmadan söz edip bütçeyle İstanbul’a yığılmaya devam ediyorlar.
Biz başka bir yaklaşımı savunuyoruz:
Yeni sanayi bölgeleriyle birlikte planlı yeni şehirler, bu bölgelerin etrafında işçi ve emekçi lojmanları, “emlak–sanayi” modeliyle adil ve erişilebilir konut politikası. Mevcut politika ise zaten kırılgan olan şehir altyapılarını daha da zorlayarak büyük bir kentsel çöküş riskini büyütüyor.
Konutta olduğu gibi çevre ve iklim politikalarında da tablo vahim.
Uluslararası endeksler Türkiye’yi:
•İklim hedefleri bakımından “kritik derecede yetersiz”,
•Çevresel performans bakımından az gelişmiş ülke profiline yerleştiriyor.
Bir yandan sunumlarda iklim krizinden, biyoçeşitlilikten, hava kirliliğinden bahsediyorlar; diğer yandan çevre ve iklim değişikliğine ayrılan bütçe payını azaltıyorlar.
Su başlığında ise sadece “kriz” değil, hak ihlali var. Sapanca Gölü’nden su çeken 7 şirket, bize suyu bir meşrubattan daha pahalıya satıyor. TÜPRAŞ gibi dev bir şirket, rahatlıkla deniz suyunu arıtma imkânına sahipken, halkın gölünden çektiği suyu kullanıyor. Üstelik taahhütlerinin ötesinde su çekildiği iddiaları var ve ciddi bir kuraklık riski kapıdayken, iktidar bunu seyrediyor.
Biz diyoruz ki: Su, ticari bir meta değil; halkın hakkıdır.
2050’leri, 2080’leri beklemeye gerek yok; bilimsel projeksiyonlara göre daha 5 yıl sonra bu ülkenin nüfusunun dörtte üçü yüksek su stresi yaşayacak. 43 il, dünyanın en susuz bölgeleri arasına girecek. Buna rağmen, Çevre ve İklim Değişikliği Programı’nın bütçesi, genel bütçe artış hızının bile gerisinde kalıyor; kimi yıllarda fiilen daralıyor.
Bir bakanlığın adına “iklim değişikliği” yazmak yetmez.
Bütçesi olmadan, hukuku olmadan, adaleti olmadan iklimle, susuzlukla, barınma kriziyle mücadele edemezsiniz.”