Üniversiteye yeni başladığı günlerde tanışmıştım Mesudiyeli Süha ile. Bir arkadaşımın çalıştırdığı kahvenin üstündeki bir pansiyonda kalıyordu. Okula gitmediği günler, gündüzleri pek kalabalık olmayan kahvenin bir köşesinde sessizce ders çalışırdı hep. Ders çalışmadığı zaman televizyon izlerdi. Yoksul bir talebeydi. Çoğu zaman simit ve çayla karnını doyurduğunu biliyordum. Fakat bunu kimseye hissettirmezdi.
Mesudiye Köyünde yalnız yaşayan annesini dilinden hiç düşürmezdi; onun hasretiyle yanıp tutuşurdu. Aydınlık yüzlü pırıl pırıl bir gençti. 1978 milletvekili seçimlerinde geceleri afişleme yapan CHP Karşıyaka gençlik kolu üyesi arkadaşlarına, Karşıyaka Arabacılar Sokağındaki İlçe Binasında, bağlamasıyla türküler söyleyerek moral verirdi.
Seçime birkaç gün kalmıştı. Çiğli İstasyon Caddesindeki havaalanı yolunda bir gurup arkadaşıyla afiş yapıştırırken kalp krizi geçirince, kendisini bir araçla hastaneye yetiştirmeye çalışan arkadaşlarının kollarında son nefesini vermişti. Ölüm haberini duyunca dakikalarca gözyaşlarımızı tutamamıştık.
Uzun bir yolculuktan sonra gün batımına doğru Süha’nın tabutunu taşıyan kamyonetle Mesudiye’ye yaklaşıyorduk. Sabah erkenden başlayan kar yağışı aralıksız sürüyordu. Orman içindeki yolda güçlükle ilerliyorduk. Kamyonetin yaşlı şoförü buraları iyi bilen biriydi. Kamyoneti güçlükle kontrol ediyordu. Üzüntümü bildiği için gereksiz yere konuşmamaya özen gösteriyordu. Yüksek rakımlı ormanlık bölgedeydik. Yer gök bembeyazdı. Birer sigara yaktık. Ne kadar yolumuzun kaldığını sordum. “Bir terslik olmazsa yarım saat sonra varırız... Biraz daha geç kalsaydık köye ulaşamazdık. Buralarda kar yağışı bir başladı mı kolay durmaz. Kar böyle devam ederse yakında yol kapanır,” dedi.
Bir ara, başımı çevirip arka camdan kamyonetin açık kasasındaki Süha’nın tabutuna baktım. Tanrının melekleri gibi gökyüzünden yavaşca dökülen milyonlarca kar tanesiyle boyuna örtülüyordu.
Mesudiye’ye geldiğimizde kar yavaşlamıştı, hafifçe serpiştiriyordu. Küçük bir köy olan Mesudiye, yarı beline kadar kara gömülmüştü. Etrafta kimseler yoktu. Toprak damlı evlerin bacalarından gökyüzüne doğru minare boyu gibi uzayıp giden dumanlar, sertçe esen bir anaforla köyün üstünde oradan oraya savruluyordu.
İnişli çıkışlı, kayrak taşı döşeli yollardan güçlükle ilerleyerek köy meydanında durduk. Kamyonetten inince sert ayazdan iliklerime kadar üşüdüğümü hissettim. Diz boyu karlara bata çıka yürüyerek hemen oradaki köy kahvesinden içeriye girdim.
Dışarıdan boş gibi görünen kahvenin içi tıklım tıklımdı. Orta yerindeki, varilden yapılmış odun sobası Gürül, gürül yanıyordu. Sigara dumanından kahvenin içinde göz gözü görmüyordu. Yanıma sokulan ocakçıya Süha’nın cenazesini getirdiğimi söyleyince kahvenin içinde aniden bir uğultu koptu. Herkes kahveden dışarıya fırlayarak kamyonetin başına koşuştu.
Ertesi öğlen cenaze alayı, irili ufaklı kayaların bulunduğu bir tepenin yamacındaki mezarlığına yaklaşırken, pamuk yığını gibi par parça bembeyaz bulutların kapladığı gökyüzü, büyülü akşam güneşinin eflatuni rengiyle muhteşem bir tabloya dönüşmüştü. Cenaze alayı mezarlıktan içeriye girince, mezarlıkta dalları dökülmüş bir ağaca tünemiş bir baykuş, etraftaki sessizliği ürküten sesiyle birkaç kez öterek, tepenin yükseklerindeki kayalıklara doğru uçup gitti.
Baykuşun gizemli sesi, binlerce yıllık unutulmuşluklardan sesleniyormuş gibi hüzünlüydü. Süha’nın mezarına toprak atılırken aniden bastıran yağmur damlaları gözyaşı gibiydi tanrının.