Zamanın bir yerinde milletvekili genel seçimlerine iki gün kalmıştı. Akşamüstüydü. Gün batımında ufuklar morlu pembeli firuze rengiydi. Elliye yakın araçtan oluşan seçim konvoyumuz, evlerin arasındaki yokuşunu bitirip düzlükteki geniş yola girince, saatlerdir burada beklemekte olan kalabalık, konvoyumuzun etrafında her seçimde olduğu gibi yine çığlık çığlığa büyük umutlarla konvoyumuzun etrafında koşturuyordu.
Fabrikalarda, İnşaatlarda çalışan onlardı. Yolumuzu yapan, suyumuzu, elektriğimizi getiren, çöpümüzü toplayan, sokağımızı süpüren onlardı. İlkokulunu bitirir bitirmez atölyelerde çalışmaya mahkûm edilen küçük emekçiler onların çocuklarıydı.
Konuşmalarının yapılacağı kahvenin önünde alkış tufanıyla konvoydaki araçlarından inen mağrur bakışlı politikacıların ellerini sıkmak için birbirlerini ezercesine koşuşan kalabalığın arasında, korkudan el ele tutuşmuş beş altı yaşlarında iki çocuk gözüme ilişmişti. Ayakaltında ezilecekler korkusuyla koşarak ellerinden tutup bir kenarına çektim.
Biri kız biri oğlandı. Birbirlerine sokuluşlarından kardeş olduklarını anlamıştım. Önlerinde çömelip yüzlerine baktım. Gözleri, belki de dünyanın en güzel çocuk gözleriydi. Menekşe rengiydi. Saftı, tertemizdi. Bütün çocukların gözleri böyledir nedense.
Korkmamaları için toz toprak içindeki altın sarısı yumuşacık saçlarını okşarken yalın ayak olduklarını gördüm. O an sanki yüreğime ateşten bir kor düşmüştü. Göz pınarlarımdan döküveren yaşlar, belki yüz, belki de bin yıllık unutulmuşluğa isyan eden sessiz çığlıklar gibiydi.
Soysuzlukların, namussuzlukların, bir pranganın zincirleri gibi o incecik, cılız, sarı tüylü bileklerini acımasızca sarışının kahrolmuşluğu içindeydim.
Korku dolu ürkek bakışları, bir köşede unutulup gitmişliğin yürek yakan hüzünlü türküsü gibiydi.
İkisine birden sarıldım. Öptüm... Öptüm... Bir bebeğinki gibi süt kokulu bedenlerinin sıcaklığı bütün ruhumu sarmıştı. O an çıldırmamak için tanrıya dua ediyordum.