GÜLEN ÇOCUK
Kış ortasında kasvetli, yağışlı bir gündü. Evlerin, dükkanların, saçaklarından dökülen yağmur suları, kaldırım kenarlarında su birikintileri ile küçük küçük, seller meydana getiriyordu. Otomobillerin ve kalabalığın eksik olmadığı sokakta, bir duvarın dibine çömelmiş yedi sekiz yaşlarındaki sıska, çelimsiz bir çocuk, pörsümüş fanilasının içinde üşüdüğünden boyna titriyordu.
Çorapsızdı. Bez ayakkabıları ıpıslaktı. Dibine çömeldiği duvarın saçağından akan yağmur suları, kısa pantolonunun meydanda bıraktığı; soğuktan mosmor olmuş dizlerinin üzerinden kavisler çizerek ayak bileklerine doğru kayıp gidiyordu. Önünden, şemsiyeli, sırtı pardösülü insanlar gelip geçiyordu. Fakat kimsenin ona doğru dönüp baktığı yoktu. Herkes, yağmurdan ıslanmamak için aceleyle bir yerlere doğru yürüyordu.
Çocuğun, çömeldiği duvarın karşısındaki kahvenin cam kenarında bir masada, birbirini tanımayan iki kişi oturuyordu. Birinin başında kasket; diğerinkinde fötr vardı. Fötrlü olanı herkesin tanıdığı posta emeklisi Hasan Efendi’ydi. Kasketli, köylü kıyafetli adam otuz beş yaşlarındaydı. Buranın yabancısıydı. Bir kaç gündür peyda olmuştu. Sabahları, erkenden gelip; akşama kadar kahvenin bir köşede sessizce oturuyordu. Kimd? Nereden gelmişt? Kimse bilmiyordu.
Küçük çocuğu gördüğünden beri gözünü ondan ayırmıyordu. Dibine çömeldiği duvarın saçakları onu yağmurdan korudukça seviniyor; yoldan sık sık, gelip geçen otomobillerin sıçrattığı sular üstünü başını ıslattıkça üzülüyordu.
Elindeki günlük gazeteyi evire çevire okurken ara sıra başını kaldırıp göz attığı, etrafına dalgın dalgın, bakınan yabancı adam için, “Belki, çoluk çocuğunu sılada bırakıp, buralara gurbete gelmiştir. Böyleleri, hep böyle dalgın ve düşünceli olur” diye düşündü.
Posta emeklisi Hasan Efendi, elindeki gazeteyi masanın üstüne bırakıp giderken, tanımadığı kasketli adama doğru hafifçe eğilerek: “ Duvarın dibindeki o küçük çocuk var ya; yine ayyaş babasını bekliyordur. Bunun, üç yaşlarında küçük kız bir kardeşi de var. Anneleri, çalıştığı tekstil atölyesinden biriyle iki-üç ay önce kaçıp gidince sersefil ortada kaldı zavallılar!
Akşam olmak üzereydi. Ortalık gittikçe kararıyordu. Evlerin, dükkânların ışıkları teker teker, yanmaya başlamıştı. Sabahtan beri aralıksız yağan yağmur yavaşlamıştı; yine de hafifçe çiseliyordu. Hasan Efendinin arkasından ayağa kalkan kasketli adam, dışarıya çıkarak, kahvenin bitişiğindeki bakkala girdi. Birkaç dakika sonra, içi yiyecek dolu büyükçe bir kese kağıtlarıyla yolun karşısındaki küçük çocuğun, yanına gelerek önünde çömeldi. Çocuğun elleri ayakları soğuktan mosmor olmuştu; titriyordu. Gözleri ağlamaktan kıpkızıldı. O yaşında çektiği çileden; bir avuç yüzünün avurtları çökmüştü. Çocuğa bir şeyler söylemek istedi. Boğazı düğümlendi, söyleyemedi. Elindeki kese kağıtlarını dizlerinin üstüne bırakıp tekrar kahveye döndü.
Gece yarısıydı. Ortalık giderek tenhalaşıyordu. Sokaktaki otomobil sesleri giderek azalıyordu. İrili ufaklı tepelerin sırtlarında, ışıkları ateş böcekleri gibi yanıp sönen gecekondu mahalleleri, çiseleyen yağmurun altında uykuya dalmak üzere olan bir bebek gibi sevimliydi.
Gecenin sessizliğini bozan bir polis arabası, sirenini çala çala, gelip kahvenin önündeki kalabalığın yanında durdu. Yerde bir adamın cesedi yatıyordu. Kahvenin bir köşesinde tek başına otururken, birileri gelip onu dışarıya çağırmıştı. Adımını dışarıya atar atmaz duyulan iki el silah sesinin ardından olduğu yere yığılmıştı. Baş ucunda, yağmur suyu birikintilerinin üstüne düşerek ters dönmüş kasketinin naylon muhafazasında, gülen küçük bir çocuğun fotoğrafı vardı.