Milyonluk kentin varoşlarında bir gecekondu semtinde, seçim konuşmalarının yapılacağı kahvenin önünde alkış tufanıyla konvoydan inen mağrur bakışlı politikacıların, ellerini sıkmak için birbirlerini ezercesine koşuşan kalabalığın arasında, korkudan el ele tutuşmuş dört beş yaşlarında iki çocuk gözüme ilişmişti.
Ayakaltında ezilecekler korkusuyla koşarak ellerinden tutup bir kenara çektim. Biri kız biri oğlandı. Birbirlerine sokuluşlarından kardeş olduklarını anlamıştım.
Önlerinde çömelip yüzlerine baktım. İkisinin de gözleri, belki de dünyanın en güzel çocuk gözleriydi. İkisininki de menekşe rengiydi. Saftı, tertemizdi. Bütün çocukların gözleri böyledir nedense.
Korkmamaları için toz toprak içindeki altın sarısı yumuşacık saçlarını tarifi imkânsız duygularla okşarken eskiliğinden iyice pörsümüş elbiseleriyle yalın ayak olduklarını gördüm...
O an yüreğime ateşten bir kor düşmüştü sanki. Göz pınarlarımdan aniden dökülüveren gözyaşlarım, bir kenarda belki yüz, belki de bin yıllık unutulup gitmişliğin sessiz çığlıkları gibiydi.
Soysuzlukların, namussuzlukların, bir pranganın insanı ürküten halkaları gibi onların sarı tüylü incecik bileklerini acımasızca sarışının kahrolmuşluğu içinde duygularım alt üst olmuştu.
Kedi tedirginliği gibiydi ürkek bakışları, pençesi altında ezildikleri yoksulluğun, çaresizliğin yürek yakan hüzünlü türküsü gibiydi.
İkisine birden sarılıp öptüm... Öptüm… Bir bebeğinki gibi süt kokulu bedenlerinin çocuksu kokusu ruhumu sıcacık okşarken, çıldırmamak için tanrıya yalvarıyordum.
Kalabalığın arasında korkulu gözlerle onları arayan annelerini görünce, “Anne” diyerek ona doğru koşup gitmelerinin, ruhumda yarattığı burukluğu ömrüm boyunca hiç unutmayacaktım.