1990’lı yıllardı. Genel seçimlere bir hafta kalmıştı. Gün ba-tımı yaklaşıyordu. Seçim konvoyumuz bir tepenin sırtındaki uzun yokuşu bitirip düzlüğe çıkınca konuşmalarının yapıla-cağı kahvenin önündeki toprak yolda durdu.
Saatlerdir burada bekleyenlerin alkış tufanıyla konvoydaki araçlarından inen mağrur bakışlı politikacıların ellerini sık-mak için birbirini ezercesine koşuşan kalabalığın arasında korkudan el ele tutuşmuş iki küçük çocuk gözüme ilişmişti.
Ayakaltında ezilecekler korkusuyla hemen yanlarına koştum. Ellerinden tutup bir kenarına çektim. Altı yedi yaşlarındaydı-lar. Biri kız biri oğlandı. Birbirlerine sokuluşlarından kardeş olduklarını anlamıştım.
Önlerinde çömelip yüzlerine baktım. İkisinin de gözleri züm-rüt yeşiliydi. Belki de dünyanın en güzel çocuk gözleriydi. Bütün çocukların gözleri zümrüt yeşili olmasa da güzeldi.
Kedi tedirginliğine benzeyen ürkek bakışları bir köşede unu-tulup gitmişliğin, yoksulluğun, ezilmişliğin yürek yakan tür-küsü gibiydi. Koşuşmalar sırasında toz toprak içinde kalmış saçlarını okşarken ikisinin de yalınayak olduğunu gördüm…
Gelecek için duygularım, hayallerim alt üst olmuştu. Yüre-ğime ateşten bir kor düşmüştü sanki. İkisine birden sarıldım. Bir bebeğinki gibi süt kokulu bedenlerinin masumiyeti, sessiz çığlıklar gibi isyan ediyordu; kime isyan ettiğini bilmeden.
Kim bilir ne güzel adları vardı. Suçluluk duygusuyla bunu soramadım. Hakkım yoktu zaten. Bir süre sonra ortalık sakin-leşmişti. Yüreğimi, ruhumu orada bırakarak yanlarından ayrı-lırken, yaz sonu ekin tarlalarında boy atan altın sarısı başak-lara benzeyen saçlarını öptüm… Öptüm…