Belki otuz belki daha fazla yıl önceydi. Karşıyaka arabacılar sokağındaki bir arkadaşımın mali müşavirlik bürosuna iyi giyimli orta yaşlı bir beyefendi çıkıp gelmişti. Kültürlüydü. Güzel konuşuyordu. Beş yıldır Berlin’deymiş. “Umut çiçekleri” dediği Türk işçileri için Almanya’nın bir düşler ülkesi olmadığı söylemişti.
İki yıl sonra yağmurlu bir şubat gecesi Hamburg’un St. Pauli semtinde “Günah Yolu” diye bilinen Reeperbahn caddesindeki bir birahanede, ikinci dünya savaşı yıllarında, nasyonal sosyalizm yönetiminin yasakladığı, “Büyük Özgürlük” filminin “Reeperbahn Caddesi Gece Saat Yarım” adlı müziği çalıyordu. Müziğin teması, Reeperbahn caddesindeki barlarda, birahanelerde, diskoteklerde ve gece kulüplerinde çalıştırılan fahişelerin acı dolu dramlarıydı.
Birahanenin sigara dumanından göz gözü görmeyen kuytulu köşelerinde kırmızı çuhalı masaların etrafında avını bekleyen baykuşlar gibi suskun, saçı sakalı birbirine karışmış hippi kılıklı uyuşturucu satıcıları sanki başka bir dünyanın insanlarıymış gibi ürkütücüydü.
Karşımdaki masaların birinde içkiyi fazla kaçırdığı anlaşılan çocuk denecek yaşta kırmızı dekolte elbiseli genç bayanın yanında, saçını pos bıyıklarını kömür gibi siyaha boyatmış iri yapılı kütük gibi bir adam vardı.
Birasını her yudumlayışından sonra genç kadını belinden tutup kendine doğru çekerek dudaklarından, dekolteli elbisesinin açıkta bıraktığı omuzlarını hoyratça öpen adam, gecenin sonunda ayakta duramayacak kadar sarhoş genç kadını kolundan sıkıca tutarak rutubetli bir evin ya da küf kokulu bir otelin yatak odasına alıp götürmüştü.
Umut çiçeklerinin her gün birer birer solduğu düşler ülkesinde, gecenin sinsi kalleş karanlığından geriye, çocuk yaştaki genç ve güzel kadının biçimli dudaklarındaki karmen kırmızısı rujun masumiyeti kalmıştı.